You are currently viewing KANUN MU, VİCDAN MI? POLİSİYE ÖYKÜ-MUSTAFA KALENDER

KANUN MU, VİCDAN MI? POLİSİYE ÖYKÜ-MUSTAFA KALENDER

Emniyetin önünde toplanmış, tüm ülke genelinde yapılacak olan Huzur Uygulaması için hazırlıklarımızı yapıyorduk. Trafikçiler, Asayişçiler, Terörcüler, Komcular, Güvenlikçiler, Çevikçiler, Olay Yericiler, Karakolcular… Tam tekmil herkes buradaydı. Birazdan kimimiz ana caddelere, kimimiz ara sokaklara, kimimiz pavyonlara, kimimiz kahvehanelere dağılacaktık.

Gruplar halinde bekleşen meslektaşlarımız kendi aralarında sohbet ediyordu. Sözler uğultulara dönüşüyor, ağızdan çıkan buharla havaya yükselip kayboluyordu sanki. Hüseyin’le yan yana durmuş konuşulanlara kulak misafiri oluyorduk.

“Ulan Huzur Uygulaması’na çıkıyoruz da evde huzur muzur kalmadı, bugün uygulama olduğunu unutmuşum, hanıma söz vermiştim bu akşam baldızlara gidecektik. Ben bu mesleği icat edenin…” Bu, karakoldan Mukayyit Nazım’ın sesiydi. Çevik kuvvetten Toma Necmi, iştahlı bir ses tonuyla arkadaşlarına “Bakarsınız iyi bir icraat patlatır, Kaçakçılığa ya da Teröre geçer biz de ağır abi oluruz,” diyordu. Bir genç meslektaşım diğerine “Ulan pavyona gitsek bari, o günkü sarışın aklımı başımdan aldı, bayağı bir kesiştik, bakıştık ama bir türlü kimseye çaktırmadan numarasını alamadım kancığın,” deyip iç geçiriyordu. Hemen ileride Haldun Başkomiser, yeni mezunları başına toplamış bir şeyler anlatıyordu, sesi tam olarak duyulmuyordu, bir ara gürledi: “Devlet her zaman on sekiz yaşındadır, bu milletin huzuru, güvenliği, dirliği bize emanettir.” Sol tarafımızdaki bir meslektaşım karşısındakine  “Her vazifeyi Allah rızası için ifa etmek gerekir, Allah’ın izni ve inayetiyle bu uygulamada çok aranan kişi alacağız. Bizler bu ümmetin tek ümidiyiz. Filistin…” diyordu. Herkes kendi aleminde, farklı beklentiler ve amaçlar hakkında laflıyordu.

Çok geçmeden uygulamadan sorumlu 4. Sınıf Emniyet Müdürü Hayri Çelik gelerek herkesin görev dağılımını yaptı. Görev dağılımında bize çevre yolu ile bağlantılı işlek bir yol düşmüştü, orada GBT sorgusu yapacak, şüphelendiğimiz kişilerin üst ve araç aramalarını yapacaktık. Pavyona gitmeyi uman meslektaşıma umuma açık tuvaletlerde torbacı gözetleme görevi düşmüştü.

Hüseyin’le birlikte görev yerimize gelmiştik, üzerinde “POLİS” yazan yeleklerimizi giyerek dubaları dizmeye başladık; önünde büyük bir Türk bayrağı asılı olan kamyon korna çalıp, bizi selamlayarak geçti. Hüseyin’e döndüm: “Aslında hazır olsaydık, şu kamyonu durdurur didik didik arardım ya neyse,” dedim. Şaşırarak yüzüme baktı. “Neden ki şef, adam nasıl da bayrak asmış görmedin mi?” Gülümsedim. “Ah, Hüseyin ah! Daha çok toysun be!” diyerek devam ettim konuşmama: “Zamanında biz de senin gibi düşündük de çok mal kaçırttık, adamlar şüphe çekmemek için Türk bayrağını asıyor kamyonun önüne, malı yerleştiriyor kamyona. Tabii, bayrağı görünce milliyetçilik duygularımız kabarıyor ve araca hiç bakmak geçmiyor aklımızdan, ayaküstü sohbet edip gönderiyoruz adamları!”  Hüseyin şaşırarak yüzüme baktı. “Ya işte öyle,” dedim ve  “bak sana bir anımı anlatayım,” diyerek sürdürdüm konuşmamı:

“Bir iki yıllık memurdum, akşam trafikçilerle birlikte alkol uygulamasına çıkmıştık. Beyaz renkli bir otomobilde başı kapalı iki bayan geliyordu, tabii uygulama alkol uygulaması olunca “Başı kapalı kadın da alkol mü alırmış,” düşüncesiyle durdurmadık. Birkaç gün sonra bir barda GBT sorgusu yapıyorum; genç, beyaz tenli, güzel bir kadın, davetkâr bir bakışla süzdü beni. Kadın bana yabancı gelmiyordu; nereden tanıyorum ben bunu diye kendimi sorgulamaya başlamıştım, tam hatırlayacak gibi oluyordum, sonra olmuyordu işte. Tabii, kadına “Seni nereden tanıyorum?” diye de soramıyordum yanlış anlaşılır diye. Olayın üzerinden birkaç gün geçmişti ki birden hatırlayıverdim bizim kapalı kadının bardaki o kadın olduğunu. Meğer kafayı çekip, dikkat çekmemek için başörtüsü takıyormuş. Anladım ki çoğu şey göründüğü gibi değil. Zaten böyle değil midir, insanların gözleri eşitlik hikayesiyle,  millî ve dini söylemlerle kör edilmez mi?”

Konuşmamız, aynı zamanda da hazırlıklarımız bitmişti, arabalar vızır vızır geçiyordu; tabii ki hepsini durdurup kontrol etmemiz mümkün değildi. İşin aslı biraz meslekî deneyimle, biraz içgüdüyle, biraz da öylesine durduracaktık arabaları. Ama plaka bu şehre ait değilse dikkat çektiği için mutlaka durdururduk.

“Başlayalım, hadi şu gelen arabayı al,” dedim. Hüseyin, avucu açık şekilde sağ elini yukarıya, sol elini de yere paralel olarak uzattı. Gelen beyaz araç sola yanaşarak durdu.

Camı indiren uzun saçlı, otuzlu yaşlardaki adama, yüzüme yerleştirdiğim içten bir tebessümle “Beyefendi kimlik lütfen,” dedim.

Adam, sitem ve homurtu karışımı bir tınıyla “Onca araba vızır vızır geçerken beni niye durduruyorsunuz memur bey,” dedi. Bu tür serzenişlere, itirazlara, hatta triplere alışık olduğumuzdan bir şey demedim.

Hüseyin kenara çekilip GBT sorgusu yaparken adam yanından geçen kırmızı renkli bir arabayı göstererek “Şunu niye durdurmadınız?” dedi. Artık kredisini bitirmek üzereydi, şansını zorlamaya başlamıştı. “Bak şu beyaz da geçti,” dedi. Sinirleniyordum ki aracın göğüs kısmında duran bir top misina gördüm. Derin bir nefes alarak sakinleştim. “Balık avına gider misiniz?” dedim. Adam ilgiyle “Evet, hem de her hafta tekneyle açılır, balık tutarım,” dedi.

“Peki,” dedim gözünün içine bakarak, “denizdeki tüm balıkları tutar mısınız?”

Adamın yüzündeki ilgi, şaşkınlığa evrildi, “Bu nasıl bir soru,” der gibi yüzüme bakarak “Nasıl tutayım memur bey tüm balıkları,” dedi. Gülümsedim. “Siz nasıl ki tüm balıkları tutamazsanız biz de tüm araçları tutamayız, durduramayız,” dedim. Bozuldu, hiç beklemediği bir anda kendi oyunuyla tuş edilmiş bir güreşçinin yüz ifadesini takındı. Yere baktı ve bir şey diyemedi. Hüseyin’in sesi geliyordu: “Tamam şef, temiz.” Adamın kimliğini verdik ve “İyi günler beyefendi,” diyerek gönderdik.

Neredeyse iki saat olmuştu, toplam yüz GBT sorgusu yapmıştık; bunun 35’ini durdurduğumuz otobüste, 15’ini minibüste diğerlerini de hususi otomobillerde yapmıştık, aranan kimseye rastlamamıştık.

Uygulamayı bitirmek üzereydik, ileriden gri renkli, sedan bir otomobil geliyordu. Hüseyin “Şu arabayı durduralım mı şef,” dedi. “Hay hay,” diyerek başımı salladım.

Arabayı durdurduk, içinde iyi giyimli, temiz yüzlü, karı koca olduğunu tahmin ettiğim altmışlı yaşlarda iki kişi vardı. Giyimleri, yüz ifadeleri,  nezih insanlar olduğunu söylüyordu.

“İyi günler beyefendi, iyi günler hanımefendi,” dedim.

“İyi günler,” dedi her ikisi de tebessüm ederek.

“Kimlikleri alalım lütfen.”

Erkek olan bize gergin ve kaçamak bir bakış atarak kimliğini çıkartmak için elini ceketinin cebine soktu. Duruşunun ve giyiminin aksine hâl ve hareketleri çok tedirgin geldi bana. Sanki bir şey saklamaya çalışıyordu, sanki acemi bir suçlunun “İşte yakalandım” psikolojisi çökmüştü üzerinde. Kadınsa aksine çok rahattı. Belki de böyle bir şey yoktu, bu durum tamamen benim polislik psikolojimden,  evhamımdan kaynaklanıyordu.

Bir an “yoksa” diye geçirdim içimden, yoksa düşündüğüm şey miydi? Dudaklarıma muzipçe bir gülümsemenin yerleştiğinden emindim. Acaba bu yaşlı kişiler iki âşık mıydı? Özel hayatları beni ilgilendirmediği için sormak istemedim. Ama bir an önce her ikisinin kimliğini de elime alıp soyadlarını karşılaştırmak için sabırsızlanıyordum. Evet, erkek olanın bozulduğu şey sanırım sevgili olduklarının anlaşılma ihtimaliydi. Ama kadında neden yoktu bu tedirginlik! Uzatılan kimlikleri aldım ve hemen soy isimlerine baktım. Yanılmıştım, her ikisinin de soyadı hanesinin karşısında “Kaya” yazıyordu. Tebessüm ederek “Karı-kocasınız sanırım,” dedim. “Evet,” diyerek karşılık verdi kadın, “hem de kırk yıldır,” diye ekledi. “Ne güzel. Emeklisiniz sanırım,” dedim.

“Evet, öğretmen emeklisiyiz, ben Türkçe, Ragıp Bey matematik.”

Hüseyin güldü. “Türkçeci ve matematikçi ne güzel, çocuklar kesin eşit ağırlıkçı olmuştur,” dedi. Bu zekice şaka hoşuma gitti, güldüm. Ama öğretmen çiftin yüzünü bir hüzün kapladı. Adam derin bir nefes aldı. “Gökhan adlı bir çocuğumuz vardı.  Gökhan’ım dediğiniz gibi eşit ağırlıkçıydı, avukat olmuştu, hanımı da öğretmendi, geçen sene her ikisini de kaybettik bir trafik kazasında.”

Her ikisi de ağlamaklı oldu. Bazen, muhabbet olsun diye sorduğumuz sorular böyle trajedilere kapı aralıyordu. Konuyu değiştirmek için “Nereden geliyordunuz hocam,” dedim. “Van’dan, bu arabayı oradan aldık,” dedi Selma Hanım.

Telefon kulağında GBT sonuçlarını bekliyordu Hüseyin. Sonuçları gelince daha fazla bekletmeden hemen gönderelim hocaları dedim kendi kendime. Konuşma arasında Ragıp Bey “Hayatım boyunca öğrencilerime hep dürüst olmalarını öğütledim, ben bunu ne kadar başardım bilemiyorum,” dedi. Selma Hanım “Neden böyle diyorsunuz Ragıp Bey, sizin ne kadar dürüst olduğunuzu bilmeyen mi var?” dedi. Hüseyin yanımıza gelip, öğretmenlere karşı saygısını göstermek için nazikçe eğildi:“Buyurun hocam,” diyerek kimlikleri uzattı. “Hocam, devam edebilirsiniz,” dedim.

Ragıp Hoca tam hareket edecekken esen rüzgâr, arabanın göğüs kısmında duran POS çıktısı kâğıtları açık camdan yola doğru savurdu. Allah’tan sağa sola uçuşup kaybolmadan kaldırım taşının dibinde küçük bir alana dağılarak kaldı kâğıtlar. Arabadan inmek isteyen Ragıp Hoca’ya “Lütfen siz rahatsız olmayın ben toplarım,” dedim.

Aceleci adımlarla ilerledim ve eğilerek kâğıtları toplamaya başladım. Bunlar petrol istasyonlarından alınan yakıtların POS çıktısıydı. Kâğıtları avucumun içinde istiflerken alınan yakıtların saat aralıkları takıldı gözüme. Zaman aralıklarının yakın olması sanki beni kolumdan tutup bir anlığına yıllar öncesine götürdü.

“Yedi sekiz kişiydik, yemeğimizi yemiş, çaylarımızı yudumluyorduk. Eski kurtlardan Hasan dayı, devresi Recep dayıya takılıyor, bize hitaben coşkulu bir şekilde ‘Bakın gençler, aha da mesleğin sonuna geldik, yarın bir gün emekli olacağız. Bu Recep’in en büyük polislik anısı nedir biliyor musunuz? Pazar yerinde kovalayıp tuttuğu bir dilenciye kabahatler kanunundan para cezası yazmaktır,” deyince kendimizi tutamayarak kahkahayı bastık. Biz kahkaha atınca daha da neşelendi, daha da keyiflendi Hasan dayı. “Ya ben, ya ben,” diye döşüne vurarak haykırdı. Recep dayı “Hadi oradan” diyordu, birazdan kendisi de ona bir şeyler diyecekti mutlaka; aşık atışması gibi karşısındakinin sözünün bitip sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Hasan dayı elini yukarı doğru savurarak devam etti konuşmasına: “Dört beş yıllık memurum, yol uygulamasındayız. Kırmızı bir araç geliyor, durdurduk. İçinde bir zıpır var. Saçları jöleli, takım elbiseli bir zıpır. “Beyefendi kimlik,” dedim. “Ben savcıyım,” dedi diklenerek. Önce, biraz duraksadım ve tekrar “Lütfen kimlik,” dedim. Hiddetlendi. “Sana savcı olduğumu söylemedim mi?” dedi. “Kimliğinizi görmeden nereden bilebilirim savcı olduğunuzu,” dedim. “Şimdi gösteririm ben sana kimliği, müdürünü arayayım da bir savcıyla nasıl konuşulacağını öğretsin sana,” dedi. Bu arada yanımdaki meslektaşım beni dürtüklüyor, “Deli misin sen, başımızı belaya sokacaksın,” diyordu. Aracın göğüs kısmında yan yana duran yakıt fişleri dikkatimi çekti. Bir kumar oynayacaktım, bu kumar ya o zıpırı mesleğinden edecekti ya da beni…”

Bir an aklımı çelen duyguya yüz vermeyip hocaları göndermek istedim. Ama her geçen saniye zihnimi bulandıran, bir ahtapot gibi her tarafımı saran içimdeki tuhaf duyguya yenik düştüm. Şu anda önümde duran bu otomobilin yakıt deposu ortalama 50 litre benzin alırdı. Bir litre benzinle takriben 15 km. yol alınacağı hesap edilirse, dolu bir depoyla 750 km. yol alınırdı. Ortalama hız 100 km. olsa bu da yedi buçuk saatte bir yakıt alınmasını gerektirirdi. Oysa saat aralıklarına baktığımda yakıt aralıkları ancak üç buçuk saate denk geliyordu. Yani

demek ki depo olması gerekenden daha küçüktü, demek ki yakıt deposu ikiye bölünmüştü.

Bir bölümünde yakıt, diğer bölümündeyse başka bir şey olmalıydı. Yoksa, Hasan dayının yaşadığı olayla mı karşı karşıyaydım. Ama emekli iki öğretmenin uyuşturucuyla ne işi olabilirdi ki? “İnşallah yanılıyorumdur,” dedim kendi kendime.

Arabanın açık camından Ragıp Hoca’nın gözlerinin içine baktım. “Hocam, deponuz küçük sanırım, sık sık doldurtmuşsunuz.” Ragıp Hoca’nın yüzü kızarmış, elleri ise titremeye başlamıştı. “Kasılan depoda ne var, söyler misiniz lütfen, yoksa tahmin ettiğim şey mi?” dedim. Çenesi titreyen Ragıp Hoca’nın gözlerinden yaş damlamaya başladı. “Evet, tahmin ettiğiniz şey, uyuşturucu var.”

Hayret ve şaşkınlık içinde, ağlayan kocasına bakan Selma Hanım sağ avucunu istemsiz bir şekilde ağzına götürdü. Yüzünü perdeleyen şoku atlattıktan sonra “Ne oluyor Ragıp Bey, ne uyuşturucusu?” dedi.

“Ceren… Ceren’in tedavisi için!” dedi Ragıp Hoca.

“Ceren de kim?” dedi Hüseyin.

“Gökhan’ımın kızı, hasta hem de çok hasta. SMA hastası, tedavisi çok pahalı. Devlet karşılamıyor, yardım kampanyası başlattık nafile. Gözümüzün önünde eriyip gidiyor çocuk. Yürüyemiyor artık, hatta ne oturabiliyor ne de başını tutabiliyor. Onu sondayla, o tatsız tuzsuz mamalarla beslerken insanın yiyip içesi bile gelmiyor. Oy Cerenim oy… Çok pişmanım, çok. Gelene kadar kaç karakol gördümse arabayı çekip, içinde uyuşturucu var deyip teslim olmak geçti içimden. Sonra Ceren geldi gözlerimin önüne, günden güne eriyen, her gün ölüme bir az daha yaklaşan Ceren… Öğretmensiniz kimse sizden şüphelenmez dediler…” daha fazla dayanamadı ve kesik kesik ağlamalar hıçkırıklara dönüştü. Avuçlarıyla yüzünü kapatan Ragıp Hoca sarsıla sarsıla ağlıyordu. Kadın da ağlıyordu.  “Bunu nasıl yaparsınız Ragıp Bey?”

Ragıp Hoca, doğrulup, kan çökmüş gözleriyle bana baktı. “Biliyorum bunun bahanesi olmaz, olamaz. Ama bana, getireceğim eroini zevk için zengin kişilerin kullanacağını, kimseye zarar gelmeyeceğini, zaten bu kişilerin kontrollü şekilde kullanan kişiler olduğunu söylediler,” dedi ve tekrar ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra kendini topladı. “İyi ki yakaladınız beni. Değilse birkaç sevkiyat daha yapıp tedavi için gerekli parayı aldıktan sonra son verecektim bu lanet olası şeye.  Ceren’i tedavi ettirdikten sonra da teslim olacaktım.”

Bu nasıl bir işti, nasıl bir durumdu. Zaten uygulama bitmek üzereydi, keşke almasaydık bu arabayı, keşke böyle bir trajediyle karşılaşmasaydık. Düşüncelerim karmakarışıktı. Bu çocuklar resmen ölüme terk ediliyordu. Devletteki lüks, israf, şatafat, yolsuzluklar geldi aklıma. Sayıları sınırlı olan bu çocukların tedavisi için harcanacak para, yapılan israf ve yolsuzluklara göre çerez parası bile sayılmazdı. Bu tedavilerin şahıslarca, sivil toplum kuruluşlarınca kısaca halk tarafından karşılanması neredeyse imkânsızdı. Ama doğrudan devlet tarafından ya da devletin aktif bir şekilde destekleyeceği yardım kuruluşları tarafından karşılanabilirdi.

Ragıp Hoca arabadan inmiş ve mahcup bir şekilde, kelepçelemem için ellerini uzatıyordu.  İçim ezildi, kendimi çok tuhaf hissettim. Hüseyin’le göz göze geldik, kelepçe takmayalım anlamında başımı salladım. O da böyle düşünüyordu, zaten bakışlarından ve mimiklerinden net bir şekilde anlaşılabiliyordu.

Hüseyin kararsız ve isteksiz bir şekilde “Merkeze anons geçelim mi?” derken gözünden damlayan yaşı göstermemek için başını yana kaçırmıştı. “Hayır,” dedim, ben de dolukmuştum. Yanına yaklaşarak “Biraz bekleyelim anons geçmeyelim hele,” dedim. Çünkü anons demek olaydan herkesi haberdar etmek demekti, anons demek geri dönülmez bir yola girmekti, anons demek inisiyatif kullanamamaktı…

Çoktandır kendimi bu denli kötü, çaresiz ve aciz hissetmemiştim.  İşaretimle, Hüseyin öğretmenlerin aracına binerek direksiyona geçti. Ben önde onlar arkada ilerliyorduk. Beni takip edeceklerdi.

Zihnim allak bullaktı. Bir taraftan bakınca eli kolu bağlı, torunu gözünün önünde eriyen çaresiz bir dede, diğer taraftan bakınca kanunu ihlal ederek uyuşturucu kaçakçılığı yapmaya çalışan bir kişi.

“Herkes hata yapabilir. Hem bunu varoşlar, gecekondu çocukları değil, zengin kişiler, sosyetedekiler kullanıyor. Ne yani bir kişinin sosyeteden olması, onun zehirlenmesini mi gerektirir? Kimse zehirlenmedi ki, yakaladık işte. Ya yakalamasaydınız. Adam ne kadar pişman görmüyor musun, çocuğu tedavi ettirince teslim olacaktım diyor. Sen de inandın öyle mi, bunlar boş laflar. Hem bunları salıversen bu olay bir duyulsa ne olur. Barman mala çökmüş, malı gasp edip satmış demezler mi, rüşvet almış, çeteyle anlaşmış demezler mi? Ya Hüseyin, o kabul eder mi bunu? Görmedin mi gözünden akan yaşı, hem benim bir sözümü iki eder mi o? Ama, ya yakalanırsak ya duyulursa hadi ben neyse de onun da hayatını kaydırırlar. Ne zamandır Barman bu kadar korkar oldu, korkmak mı saçmalama… Hayır, hayır,  herkes ettiğini çekmeli, ne gerekiyorsa yap…”

Aklımda iki, hatta biri zayıf da olsa üç seçenek vardı. Birincisi, duygusallığı bir kenara bırakıp doğrudan Emniyete geçip işlem yapmaktı. Bu durumda Ragıp Hoca hayatının sonuna kadar kodeste kalırdı. İkincisi, hiç Emniyete uğramadan doğrudan sanayiye gidip Kadri Usta’ya depoyu açtırıp malı alıp imha etmekti. Böylece bu olay hiç yaşanmamış gibi Ragıp Hoca’yı salıvermekti. Hocanın peşine düşecek kişileri ben engellerdim.  Sonuncu seçenek ise malı götürüp satmak ve parayla Ceren’i tedavi ettirmekti.

İşte gelmiştik üç yol kavşağına. Durdum ve el frenini çektim. Düz gitsem Emniyete, sağa dönsem sanayiye, sola dönsem baronlara çıkıyordu yol. Başka bir ifadeyle düz gitsem kanuna, sağa dönsem vicdana, sola dönsem merhamet ve suça çıkıyordu yol. İşte burada donup kaldım, hiçbir yere gidemiyorum. Elimde direksiyon öylece bekliyorum. Siz olsanız ne yapardınız? Galiba ben bu öyküyü bitiremeyeceğim. Sonucu, seçimi size bırakıyorum…

 

 

 

Bir cevap yazın